19 Ocak 2009

ALLAH'A GİDEN YOL

Madde alemi beden gözü ile görülüp seyredildiği gibi, mânâ alemi de kalb gözü ile görülüp seyredilir. Allah'a giden yol da kalbden geçer. Kalb, bilinçli ve bilinçsiz bütün ruhsal olayların akıp gittiği varsayılan temsilî bir varlıktır. Varlığı simgeseldir.

Ruhun mahiyeti bilinmez. Yaratan tarafından ruh hakkında insanlara fazla bir bilgi verilmemiştir. İnsanların ruhla ilgili deneysel bilgi edinmelerine giden yollar da sanki kapatılmış gibidir. Ruhsal olaylar vücudumuzun en küçük hücrelerine, en önemsiz kas ve damarlarına kadar bizleri etkileyen çok karmaşık olaylardır. Ruhsal olaylar, deneysel yöntemlerle incelenip bilinebildiği halde, bizatihi ruhun mahiyeti hala bilmediğimiz bir konu olmaya devam etmektedir.

Niçin? Çünkü ruh ve mânâ alemine ait bilgiler, madde aleminin bilgi edinme yöntemleriyle elde edilemez de ondan... Bugün çağdaş bilimin bilgi edinme yöntemi olan "deney yöntemi" ancak, madde alemi üzerinde çalışır. Fakat mânâ alemi üzerinde çalışmaz.

Ne kadar iman, o kadar ihsan

Mânâ alemine ait bilgiler, mânâ aleminin kendi yöntemleriyle elde edilir. Aslında bu bilgiler elde edilmez, sezgi ve ilham yoluyla kişilere ihsan edilir. Bu ihsanın da şifresi, imandır. Herkes mânâ aleminden imanı kadar bilgilenir.

İman gözle görülmez, elle tutulmaz. İnsanların imanlarının derecesi, kendi nefislerinin arzu ve heveslerinden vazgeçip Rablerinin isteklerine tabi olmaları oranındadır. İnsan bu ilahi isteklere uya uya, bir zaman gelir, her şeyi Allahü Tealâ'nın nuru ile görmeye başlar. İşte mânâ alemine ait bilgiler de, bundan sonra o kişinin kalbine akmaya başlar. İnsan, Allahü Tealâ'nın bir yaşama sistemi olarak bizlere ihsan ettiği bu ilahi sistemi yaşadıkça, yani Rabbi'nin isteklerine tabi olup nefsinin heva ve arzularından uzaklaştıkça mânâ aleminin gerçekliklerinden o kadar çok şey öğrenir, o kadar çok şeyin gözlemcisi olur.

Pek değerli okuyucularım,

Mânâ alemine ulaşmak için kalbi çok iyi anlamak gerekir.

Kalb, bilinçli ve bilinçsiz bütün ruhsal olayların ortaya çıktığı yerdir.

Beş organdan gelen bütün duyumlar; bedenin şehvetleri olan bütün arzular; zekânın ürünleri olan bütün hükümler, keşifler; aklın ürünleri olan bütün olumlu olumsuz düşünceler, fikirler, kavramlar, görüşler, niyetler; nefsin arzu ve istekleri olan bütün duygu ve heyecanlar, öfkeler, gadaplar, korkular, kaygılar, kibirler, kinler, nefretler, kıskançlıklar, ihtiraslar; rahmani telkinler olan iman, ilham ve şeytani telkinler olan küfür, nifak ve vesveseler; belleğin malı olan anılar... Bunların hepsi kalbde ortaya çıkarlar.

Kalb, bütün ruhsal olayların gözüktüğü yer olduğu için, bazı yerlerde kalb ile ruhun aynı anlamda kullanıldığını görürsünüz. Gerçekte bunlar farklı şeylerdir.


Kalb, değişkendir

Kalb, çok değişkendir. Bir anı bir anına uymaz.

Zaman olur, vücutta cinsel hormonlar artar. Bütün kalbi şehevi arzu ve ihtiraslar kaplar.

Zaman olur, sevdiği şeyler engellenir. Kalbi öyle şiddetli öfke ve hiddet duyguları kaplar ki karşısındaki parçalayacak sanırsın.

Zaman olur. Sakinleşir. Kalbi bir mülâyemet ve yumuşaklık kaplar. Kalb merhamet duygularıyla dolar taşar.

Zaman olur. Birini sever. Gece gündüz sevdiğini düşünmeye başlar. Ve artık kişinin kalbinde sevdiğinin hayallerinden başka hiçbir şeye yer kalmaz.

Ve zaman olur, kalbi tutkular işgal eder. Kalb, mal, mevki, şeref sahibi olmanın hayalleriyle dolar taşar...

Fakat, değerli okuyucularım, kuşkusuz kalbin en mutmain olduğu an, Rabbini andığı ve O'na teslim olduğu andır.

Kalb, benliğin odak noktasıdır

Değerli okuyucularım, "Kalb, çok değişkendir" demiştim. Onun için kalbe çok iyi sahip olmak gerekir.

Kalb, benliğimizde oluşan bütün ruhsal olayların ortaya çıktığı yerdir. Bir bakıma kalb, benliğimizin odak noktasıdır. Çünkü kalb, bedenimizdeki her türlü olay ve etkinliğin de düzenleyicisidir. Bütün organlarımız, kalbimizin emrindedir. Kalbimiz, bütün işlerimizin yöneticisi, yönlendiricisidir.

Bir insanın davranışları tamamen kalbindeki duygu ve düşüncelere göre şekillenir. Belli bir zaman dilimi içinde kalbimizde hangi duygu ve düşünceler varsa, o zaman zarfında vücudumuzun bütün uzuvlarından o duygu ve düşüncelere uygun davranışlar ortaya çıkar. Dervişin fikri ne ise zikri o olur. Allah (c.c.)'a yakınlık da kalbde başlar.


Kalb, mânâ âlemine açılan penceredir

Kalb, bütün ruhsal olayların ortaya çıktığı yer olduğu gibi, aynı zamanda, mânâ alemine açılan bir penceredir.

Madde alemindeki olaylar, baş gözü ile gözlenir; madde alemine ait bilgiler, baş gözü görülüp algılanırlarken, ilahi alemdeki olaylar ancak kalb penceresinden kalb gözü ile gözlenir; ilahi aleme ait bilgiler ancak kalb gözü ile görülüp algılanır. Onun için kalb gözü kapalı olup baş gözü ile manevi bilgileri algılamaya çalışanlar onları göremezler ve yok sanırlar. Ne zaman ki insanın kalb gözü görmeye başlarsa o zaman manevi gerçekliklerin de farkına varmaya başlar.

İmansız bir kalb, ölü bir kalbdir. Mânâ gerçekliklerini görmez. Ne zaman ki kalbde önceki makalelerde sözünü ettiğimiz o zerre kadar imanın nuru parlamaya başlarsa, o zaman kalb de dirilir ve yavaş yavaş mânâ gerçekliklerinden haberdar olmaya başlar. Bu iman nuru arttıkça da mânâ alemine ait bilgilerin kalbe akışı hızlanır. Onun için mânâ aleminden bilgilenme, ancak kişinin bu imanı oranında olur.

Değerli okuyucularım,

Kalbi öldüren, kalb penceresini karartan ve insanın mânevi gerçeklikleri görmesine engel olan şey, aslında, nefsin bitip tükenmek bilmeyen arzu ve hevesleridir. Nasıl ki fırtınalı bir havada, havada uçuşan toz parçaları ve pislikler, evimizin penceresinin camları kirletiyor ve bizim dışarıyı net bir şekilde görmemizi engelliyorsa, kalbde de bu arzu ve hevesler, kalb penceresini kirletirler ve mânâ aleminin görülmesine engel olurlar. Tamamen nefsî isteklerle dolu olan, ve bunlara ait duygu, düşünce ve görüntülerle dolu olan bir kalb, nasıl Rabbini görüp hatırlayabilir ki.

Önce Allah'a giden yolları temizlemeli

Pek değerli okuyucularım, Allah'a giden yol kalbden geçer. Kalb dünya tamahları, nefsin bitip tükenmek bilmeyen ihtirasları, arzu ve hevesleriyle dolduğu zaman, artık bu yol kapanır ve Allahü Tealâ hatırlanmaz olur. Onun için bir kişi Rabbine yakın olmak istiyorsa önce kalbinden bu dünya sevgisini ve dünya ihtiraslarını çıkarmalıdır. Bu da tevbe, zikr, riyazet ve mücahede ile olur. Tevbe ederek yeniden Allahü Tealâ'ya dönüş, kalp penceresinin temizlenip tekrar manevi gerçekliklerin görülmeye başlanmasını sonucunu doğurur.

Tevbe, kalbin dirilişinde ilk adımdır. Tevbe pişmanlıktır. Kişinin nefsine uyarak işlediği günahların farkına varıp bunlara samimi olarak pişman olması, tevbe için yeter. Başka bir şeye ihtiyaç yoktur. Ulu Allah, her kalbde olup biteni bilir ve her şeyden haberdardır.

ALLAH'A YAKINLIĞIN BAŞLANGICI (2)

Taklidî imandan tahkikî imana...

Pek sevgili okuyucularım,

"Kalbde bu iman nuru parlamaya başladıktan sonra kalbin kapıları, ilâhi bilgilere, ilâhi tavsiye ve öğütlere, ve ilâhi feyzlere açık bir hale gelir" demiştim.

Gerçekten de kişi, kalbinde bu iman nuru parlamaya başladıktan sonra Allah elçilerinin getirdiği ilahî bilgilere karşı daha bir arzulu olur. Önceden din ve din ile ilgili her şey onun için aslı astarı olmayan, insan muhayyilesinden uydurulmuş bir masal gibi geldiği halde, imandan sonra kişinin bakış açısı değişir. Kişi, bunların bir masal olmadığının, aksine uyulan her ilahî hükmün insanı hayra götüren çok önemli ilahî bir vasıta olduğunun farkına varmaya başlar. Bu da onu, bu konularda daha derin bilgi edinme ve sürekli bunları akıl ölçüsüne vurma gibi bir yeni sürece götürür.

Bu tahkiki iman aşamasıdır. Tahkiki iman, dinin verilerini araştırıp soruşturup akılla değerlendirerek Allahü Tealâ'nın işlerini yorumlamaya çalışma aşamasıdır ki kuşkusuz taklidî bir imandan daha iyidir. Bu aşamada insan, Rabbine, taklidi iman aşamasında olduğundan çok daha yakındır.

Tahkikî imandan hakikî (gerçek) imana

Ancak bir süre sonra, kişi, her şeyi akıl ile açıklayamadığının hemen farkına varacaktır. Çünkü akıl madde gerçeklikleriyle, yani maddeden alınan duyum, görüntü, hayal, fikir ve kavramlarla çalışan bir mekanizmadır. Halbuki mânâ gerçeklikleri, madde gerçekliklerinden tamamen farklıdır. Mânâ gerçekliklerini, maddenin gerçeklikleriyle anlamaya çalışmak, su buharını, bir buz kalıbını inceleyerek anlamaya benzer. Halbuki buz ve buhar, tamamen ayrı fazlarda olan şeylerdir. Ve bunların bağlı olduğu kanunlar tamamen farklıdır. Her faz, kendi kanunlarıyla incelenirse ancak doğru bilgiler elde edilebilir.

İşte iman sahibinin geldiği bu nokta, aklın iflas noktasıdır. Çünkü kişi bir yandan dinî gerçeklikleri doğrulayan bir çok olayla karşılaşmakta ve bunlar onun imanını ve Allah'a olan yakınlığını artırmakta, diğer taraftan da aklın almayacağı olaylar ortaya çıkmakta, bunlar da kişiyi şek ve şüpheye düşürmekte ve kafasında "acaba"lar hasıl olmaktadır.

İşte Allahü Tealâ'nın yardımıyla bu aklî tahkik aşaması aşılıp mana boyutuna geçildiği zaman kişinin kalbinde imanın gerçek yüzü ortaya çıkar. Kuşkusuz bu kolay olmaz. Bu boyuta geçmek için, çoğu zaman, mânâ ehli mürşid-i kâmil denilen yol göstericilerin yardımlarına ihtiyaç vardır. Ancak Allahü Tealâ dilediği kişilere, herhangi bir yardım almaksızın da bu boyutu nasip eder.

Bu aşamada mânâ gerçeklikleri, iman ehlinin muhayyilesinde daha duru ve net bir biçimde belirginleşmeye başlar. İman ehli o zaman artık mânâ gerçekliklerini de, tıpkı madde gerçekliklerinde olduğu gibi, net, duru, kuşkulara yer olmayacak şekilde görmeye başlar. İman ehlini geldiği bu son aşamaya şahadet, yani "olaya tanık olma" aşaması denir ki bu nokta, imanın doruk noktasıdır. İmanı bu noktaya gelmiş kişiyi, artık kimse imanından döndüremez.

İmanın doruk noktası, Allahü Tealâ'ya olan yakınlığın da doruk noktasıdır.

Gerçek bir imana ulaşmak öyle kolay değildir.

Sevgili okuyucularım,

Kuşkusuz gerçek bir imana ulaşmak öyle kolay ve çabucacık oluveren bir şey değildir. Ve bu herkese de nasip olmaz.

Bu sürecin başı, yukarıda yazılanlardan da anımsayacağınız gibi, Lailâhe illallah sözü ile kalbde iman nurunun parlamaya başladığı andır. Böyle başlayan iman süreci, çeşitli nefis tezkiyeleri (nefsi kötü huylarından temizlemelerle), çeşitli ibadet ve taatlerle yoğrula yoğrula zirveye ulaşır. Fakat hangi aşamada olursa olsun işin özü hiçbir zaman değişmez. Bu da, başlangıçta küçücük bir ışın halinde kalbde beliren bu iman nurudur. Yani Allah sevgisidir, muhabbetullahtır.

Nasıl ki bir kişinin, yeni tanıştığı birisinin hoşuna giden güzel huy ve davranışlarını gördükçe ona karşı duyduğu sevgi ve muhabbet artar, bu sevgi ve muhabbeti çoğaldıkça da o arkadaşına karşı kalben yakınlaşması artarsa, işte iman ehlinin de kalbindeki iman nuru çoğaldıkça, yani Rabbine karşı olan sevgi ve muhabbeti arttıkça, Rabbine olan yakınlaşması artar. Buna kurbet derler. Kurbet yakınlık, yakınlaşma demektir. Allahü Tealâ'ya yakınlaştıran işlere de genel anlamda kurbet demişlerdir.

İşte bu güçsüz kardeşiniz, şu küçük broşürümde, sizlere, Allah'a yakın olmanın ne demek olduğunu, bunun yol ve yöntemlerini, gereksiz ayrıntılara girmeden ve işin özünü, bir sürü delil kabilinden sunulan bilgi içinde gözden kaçırmadan anlatmaya çalışıyorum. Ayrıntılar çeşitli ilmihal kitaplarından öğrenilebilir. Bizim amacımız, sizlere balık ikram etmek değil, balık tutmanın yol ve yöntemlerini anlatmaktır. Böylece sizlere Rabbinize daha yakın olmak için her zaman faydalanacağınız temel ilkeleri edindirmektir. Ulu Yaratan'ın yardımıyla bunu başarabileceğimi ümit ediyorum.

Allahü Tealâ, tüm hayırlı işlerimizde sizleri ve bizleri başarılı eylesin. Ulu Yaratan, kalblerimizi boş ve gereksiz şeylerden temizlesin, kalblerimizde kendisine karşı duyduğumuz sevgiyi (muhabbetullahı) artırsın, sizleri ve bizleri her zaman kendisine yakın olanlardan eylesin.

Lütfen bu güçsüze dualarınızı esirgemeyiniz.

ALLAH'A YAKINLIĞIN BAŞLANGICI (1)

Pek değerli okuyucularım,

Allah (c.c.)'ya yakınlığın başlangıcı, hiç kuşku yok ki imanın başlangıcıdır.

İmamı Rabbani hazretleri Mektubat adlı pek değerli eserindeki bir mektubunda, kişi anlamına muttali olarak "Lailâhe illallah" dediği zaman kalbinde imanın zerresi hasıl olur, buyuruyor.

İşte insanın kalbinde imanın zerresinin hasıl olduğu bu an, pek önemli ve pek değerli bir andır.

Nasıl ki bir uyuşturucu bağımlısının ilk uyuşturucuyu aldığı an, onu taa ölüme kadar götürecek bütün şerlerin ve akla hayale gelmeyecek sıkıntıların başladığı an ise, işte bir mümin için de kalbde imanın zerresinin hasıl olduğu bu an, onu sonraki yaşantısında gerçek bir imana götürecek ve böylece ona ebedi bir mutluluğun kapısını açacak bütün hayır ve iyiliklerin ilk başladığı andır.

Bu zerre kadar imanın ortaya çıkmasından sonra, kalbde iman nuru ışımaya başlar. İman nuru denilen şey gerçekte Allahü Tealâ'nın aşk ve muhabbetinden başka bir şey değildir.

Rahmet kaynağı Kur'an-ı kerimde imanın azalıp çoğalmasından bahsediliyor. Buradaki anlam mecazidir. İnsan ya inanır, ya da inanmaz. Bunun ortası olmaz. Yani iman azalıp çoğalmaz. Gerçekte azalıp çoğalan şey iman değil, imanın nurudur, yani Allahü Tealâya karşı duyulan yakınlıktır, Allah sevgisidir, muhabbetullahtır.

Bütün hayırların kaynağı

Kalbdeki bu iman olgusu ve muhabbet, bütün hayır ve iyiliklerin ve Allah'a yakınlığın ana kaynağıdır.

İmandan sonra, kalbde, Allahü Tealâ ve O'na inanıp sevenlere karşı ortaya çıkan bu muhabbet, kalbin nuru olup her türlü olgunluğun ve iyiliğin başlangıcıdır.

Kalbde bu iman nuru ışımaya başladıktan sonra o insanın davranışlarında şaşırtıcı değişiklikler olur.

Ben buradaki durumu, tıpkı bir futbol takımını yeni tutmaya başlayan bir taraftarın durumuna benzetiyorum. Nasıl bir taraftar bir futbol takımını tutmaya başladıktan sonra o taraftarın kalbinde o takımın kaptanına, oyuncularına, taraftarlarına karşı bir sevgi hasıl olur, o takımın bütün maçlarına gider, o takımla ilgili bütün haberleri yakından takip ederse, işte inanmaya başlayan bir insanın kalbinde de Allahü Tealâya, O'nun elçilerine, elçilerinin varisleri olan bilginlere ve bütün müslümanlara karşı bir sevgi ve muhabbet hasıl olur.

Kalbde, bu iman olgusu ve muhabbet ortaya çıktıktan sonra her şey değişir. Kişi, Rabbinden gelen her şeyi can kulağı ile dinleyip algılamaya, özümlemeye çalışır. Rivayetlerin gerçekliklerini araştırmaya koyulur.

Kalbde bu iman nuru parlamaya başladıktan sonra kalbin kapıları, ilâhi bilgilere, ilâhi tavsiye ve öğütlere, ve ilâhi feyzlere açık bir hale gelir.

İmandan önce ve sonra

Önceden yanında Allah'tan bahsedildiği zaman, sanki sıradan bir şeyden bahsediliyormuş gibi sıkılıp konuyu değiştirmeye çalıştığı halde, kişi, bu zerre kadar imandan sonra, yanında Rabbi anıldığı zaman dikkat kesilir, O'na karşı daha saygılı ve edepli olmaya çalışır.

Önceden çevresinde bir çok ibret verici olay cereyan ettiği ve bunların hiç birisinden ibret almadığı halde, imandan sonra bunları daha farklı bir açıdan değerlendirmeye ve onlardan kendisine bir pay çıkarmaya çalışır.

İmandan önce kendisine herhangi bir konuda bir uyarıda bulunulmak istendiğinde, nefsinin kibri sebebiyle, bunların hiç birisini dinlemediği ve üstelik nasihat edene kızdığı halde imandan sonra bu uyarı ve öğütleri daha bir can kulağı ile dinlemeye başlar.

İnsanın kalbinde bu iman nurunun parlamaya başlamasından önceki ve sonraki hallerinde ortaya çıkan değişiklikler saymakla bitmez.

Gerçekte bu değişiklerin sebebi, insanın nefsinin heva ve arzularına ya da Rabbinin isteklerine tabi olup olmamasıyla ilgili bir husustur.

İmandan sonra insan, yaptığı her işte yalnız kendi nefsinin heva ve arzularını değil, Rabbinin isteklerini de dikkate almaya başlar. Böylece Rabbinin terbiyesine girmiş olur. Daha başka bir anlatımla, o kişinin üzerinde Allahü Tealâ'nın Rabb (terbiye edici) ismi-i şerifinin tecellileri ortaya çıkmaya başlamış olur.

Sevgili okuyucularım, bu zerre kadar iman bir insan için o kadar önemlidir ki kişi bununla ilk defa olarak nefsini ve aciz varlığını aşıp Rabbinin iradesini kabul etmiş olur. İrade, Arapça bir kelime olup istek demektir. Yani kişi anlamını kabullenerek Lailâhe illallah demekle ilk defa olarak kendi nefsinin bitmek tükenmek bilmeyen süflî isteklerinden birer birer vaz geçip Rabbinin isteklerine tabi olmaya başlar. Buna kulluk derler. Yani bir başka deyimle bu zerre kadar iman, kişi için, kulluğun başlangıcıdır. Gerçekte ise kulluğun değil, özgürlüğün, yani kendini her yerde her zaman rezil rüsva eden nefsî heva ve isteklerden kurtuluşun bir başlangıcıdır bu. Bu kulluk onu, yavaş yavaş nefsinin elinden kurtaracak, zamanla onu mânâ aleminin doruklarına taşıyacak, ve onun için dünya ve ahıret mutluluklarının temeli olacaktır. İnsan bunun kadir ve kıymetini, daha sonraları, nefsinden kurtuluşunu tamamladıkça, çok daha iyi anlar.

Sevgili okuyucularım, tamamlanan bu sürece İslâm derler. İslâm; bir olan, eşi, benzeri, ortağı, yardımcısı olmayan, her şeyi programlayan (buna kader denir), programladığı şeyleri programladığı zamanda yaratan (buna kaza denir), yarattıklarını dilediği şekilde düzene koyan, onları dilediği şekilde çekip çeviren ulu Allah'ın iradesine teslim ve tabi olmak demektir. İrade, istek demektir. Yani çok kısa bir şekilde anlatılmak istenirse, İslam, ulu Allah'ın isteklerine uymak demektir.

İşte insan imandan önce kendi başına buyruk olduğu, yani kendi nefsinin süflî arzu ve isteklerine tabi olduğu halde, imandan sonra, kendi gönül rızasıyla, Yaratan'ının arzu ve isteklerine tabi olmaya başlar. Gerçekte burada insan kendi isteklerinden tamamen vaz geçiyor değildir. Aksine yine bu arzu ve isteklere uymakta, ancak burada, yaptığı her işte Allahü Tealâ'nın kendisi için çizdiği sınırı gözetmekte, o hududu aşmamaya çalışmaktadır.

(devamı var)

TÜRK MİLLETİNİ DOĞRU ANLAMAK

01 Türk Milleti, sıradan bir millet değildir

Değerli kardeşim,

Tür Milleti iyi ve üstün bir millettir. Tarihe şöyle bir gözat. Onun hiç bir kişi ve topluluğa herhangi bir zararı dokunmamıştır. Hiç bir kişi ve topluluğa zulmetmemiş, hiç bir kişi ve topluluğun canına, malına, dinine, soyuna zarar vermemiş, hiç bir kişi ve topluluğu ekonomik olarak sömürmemeye kalkmamıştır. Aksine bütün mazlum kişi ve toplulukların sığınağı olmuştur. İspanya'nın zulmünden kaçıp Osmanlı'ya sığınan Yahudileri hatırla. Hitler'in zulmünden kaçıp Türkiye'ye sığınan yüzlerce ilim adamını hatırla. İkinci Dünya savaşında kendi vatandaşına ekmeği karne ile dağıtırken, Kurtuluş Savaşı işgallerinde bütün Anadolu'yu yakıp yıkan Yunan'a kamyon kamyon erzak gönderişini hatırla. Saddam'ın zülmunden kaçan onbinlerce Peşmerge'yi ülkesine kabul edip aylarca onların her ihtiyaçlarını karşılamasını hatırla. Tarih sayfalarını karıştırırsan daha bunlar gibi yüzlerce örneğe rastlarsın.

Durum böyle iken bu aziz Millet, tarih boyunca daima, birçok kişi ve topluluğun amansız düşmanlıklarına hedef olmuştur. Neden? Neden birçok kişi ve topluluk, bu aziz Milleti yok edebilmek için elinden gelen hiç bir çabayı ardlarına koymamıştır? Geçen yüzyılın başlarına giderek Osmanlı'nın son zamanlarını ve Kurtuluş Savaşı yıllarını hatırla. Uzak ve yakın tarihimize bir bak. Bunun sayısız örneklerini göreceksin. Son zamanlarda ise Toplum Mühendisliği adı verilen bir sosyoloji uygulamasının teknik yöntemleriyle bu çabalar daha da gelişmiş olarak devam etmektedir. Acaba neden?

Neden bu Millet, alevi, sunni, Kürt, Türk, laik, antilaik, doğulu, batılı, İslamcı, Türkçü, Atatürkçü diye lime lime parçalara ayrılmaya çalışılıyor? Neden Kürdistan haritaları yayınlanıyor? Neden çocuklarımıza sunulan oyunlarda bile Türkiye, yarım bir coğrafya ile takdim ediliyor? Daha düne kadar bu milletin fertleri Kürdü ile Türkü ile, Lazı ile, Arnavudu ile, Çerkesi ile bir arada yaşamadı mı? Bunlar omuz omuza verip cephelerde düşmana karşı birlikte savaşmadılar mı? Şehitlikleri şöyle bir gez, dolaş. Her kökenden yüzlerce insan yatmıyor mu oralarda?

Neden bu Milletin iç ve dış düşmanları el ele verip bu aziz Milleti yok etmeye çalışıyorlar? Neden televizyonlarımızda oriyantal dans yarışmaları yapılıyor? Alkolün zararı apaçık bilindiği ve ülkemizde her yıl alkol sebebiyle yüzlerce aile yok olup gittiği halde, neden her dizide ısrarla rakı sofralarına yer veriliyor? Neden her dizide, her radyo oyununda ya kocasını aldatan zani kadınlar, ya da karısına ihanet eden zani kocalar başrolde? Neden ülkemizin sokaklarında Noel Babalar türetilmeye çalışılıyor. Neden Milletimizin maddi ve mânevî bütün değerleri törpülenip parça parça yok edilmeye çalışılıyor? Bunun için yapay oluşturulmuş hadsiz hesapsız yüzlerce derneğe, ve sözüm ona yüzlerce kurum ve kuruluşa akıl almaz kaynaklar akıtılıyor?

Değerli Kardeşim,

Bütün bu sorulara doğru cevaplar verebilmek için önce mensubu olduğun Türk Milletini doğru şekilde anlaman gerekir. Türk Milleti, dünya yüzündeki diğer milletler gibi sıradan bir millet değildir. Onun tanımı, sosyoloji ilminin "millet" tanımına uymaz. O bir ırkın, bir genetik soyun adı değildir. O insanlığın yaratılışından bu yana gelen bir misyonun temsilcisi olan bir topluluğun adıdır. Onun arkasında da daima ulu Yaratan'ın desteği vardır.

Aziz ve Değerli Kardeşim, sen de sıradan bir insan değilsin. Sen de bu misyonun bir parçasısın. Yaratan'ını, Milletini ve kendini iyi tanı. Bu aziz Milletin maddi ve mânevî değerlerine bigane kalma. Ben Kürdüm, ben Türküm, ben Lazım gibi soya dayalı arayışlara girip asıl misyonunu unutma. Allah indinde insanların da milletlerin de değeri "takva" iledir. Kökenin hiç bir önemi yoktur. Sen Türksün. Hem de Türk oğlu Türksün. Yeter ki yüklendiğin ilahi misyonun temsilcisi ol.

[Daha önce aynı başlıkları taşıyan makaleleri okudu iseniz lütfen aşağıdaki iki bölümü atlayarak devam ediniz!]

02. İnsanı doğru anlamak

Değerli kardeşim, Türk Milletini doğru şekilde anlayabilmek için önce "insanı" ve "İslamı" doğru biçimde anlamak gerekir. İnsanı ve İslamı doğru şekilde anlayamamış, Rabbinden habersiz kişilerin Türk Milletini anlayabilmesi asla mümkün değildir.

"İnsanı doğru anlamak" adlı makalemde insanı anlatmaya çalışmıştım. Burada kısaca tekrarlamakta fayda görüyorum.

İnsan "materalist felsefe"nin sandığı gibi et, kemik ve kan torbasından ibaret bir meta değildir. İnsanın et, kemik ve kandan ibaret olan kısmı sadece maddesidir. Bunun da diğer maddelerden herhangi bir farkı yoktur. Ölçülebilir, tartılabilir, analızlenebilir. İnsan bu boyutuyla oduna, taşa, toprağa benzer.

İnsanın canlılığı fizyolojik boyutu ile başlar. Bu boyut bütün canlılarda olduğu gibi dinamik bir yapıdır. Bu boyutta bir yanda enerji üreten mekanizmalar, diğer yanda bu enerjiyi kullanan biyosentez mekanizmaları vardır. Bu iki sistem arasında enerji aktarımını sağlayan ATP (Adenozin Tri Fosfat) yer alır. Bütün bu fizyolojik sistem içinde on binlerce enzim, koenzim, hormon, kimyasal grup taşıyıcıları, aktarıcılar gibi yüzlerce unsur çalışır. İnsan bu boyutuyla tıpkı bitkilere benzer.

İnsanın psikolojik boyutu, ruhsal olayların başlağı boyuttur. Dikkat, algı, bellek, çağrışım, bilinç, zeka, duygu ve heyecanlar gibi bütün psişik olgular bu boyut içinde yer alır. Bu boyuttaki insan artık çevresi ile ilişkili, çevresini değerlendirip tanıyan, aldığı duyumları anlamlandıran, elde ettiği bilgileri işleyen, saklayan, yeri geldiği zaman kullanan, çevresinden etkiler alan, bu etkilere tepkiler veren bir yaratıktır. İnsan bu boyutu ile de hayvanlara benzer.

İnsanı diğer hayvanlardan ayıran, akıl boyutudur. Akıl, bir düşünme mekanizmasıdır. Basit hükümlerden, daha karmaşık hükümler elde etmeye yarar. Bu sayede insan çevresini yalnız algılamak ve tanımakla kalmaz, aynı zamanda, olabilecek şeyleri kestirmeye yarayan analiz, sentez ve yorumlar yapar. Ve bunlara dayalı karar ve hükümler de verir.

Akıl devreye girdikten sonra insan varlığının, hem kendi içinde, hem de kendi dışında önemli bir değişim geçirdiği görülür. Bu yeni oluşumun içten bakıldığı zamanki görüntüsüne benlik, dıştan bakıldığındaki görüntüsüne de kişilik adı verilir. Yani dördüncü boyuttaki insan kişilik sahibi, kendi başına fikirler üreten, öneriler getiren, bir takım isteklerde bulunan, oy ve irade sahibi bir varlıktır.

Ancak ilahi terbiyeden geçmemiş olan bu aşamadaki insanda, yorum ve kararlar, daima egonun güdümünde ve onun arzu ve istekleri doğrultusunda ortaya çıkar.
Çünkü bu boyuttaki insan, henüz nefsini tanıyamamış, nefsini aşamamış, benliğinden ve bencilliğinden henüz kurtulamamış bir insandır. Bu boyuttaki insanda iyi ve kötü kavramları da nefsin arzularına göre şekillenir. Yani kişinin istek ve çıkarlarına uygun düşen şeyler "iyi", ters düşenler "kötü" olur. Onun için bu boyuttaki insan, toplumsal mevki ve makamı ne olursa olsun, sübjektif davranmaktan, çifte standart sahibi olmaktan ve bugün ak dediğine yarın kara demekten bir türlü kurtulamaz.

Pek değerli Kardeşim,

Ego, her gruptan, her yaştan, her seviyedeki normal her insanın birçok kötülük ve sıkıntılarının en önemli sebebidir. Üstelik son derece güçlüdür. "İnsanın en büyük düşmanı nefsidir." Insan, egosunun tasallutundan ancak Yaratan'ın yardımı ile ve ilahi bir terbiyeden geçerek kurtulur. Bu ilahi terbiye ile, akıl boyutunda edinilmiş bulunulan bencil insani kişilik kaybolur. Onun yerine, ilahi iradeye göre objektif karar ve hükümler veren yeni bir mânevî kişilik kazanılır. Bu da insanı, görünür alemde başka hiç bir canlıya nasib olmayan, mânevî yükseklik ve olgunluklara taşır. Böylece insan, egosunun yönlendirdiği bencil ve kötü bir ahlâk yerine, Yaratan'ının yönlendirdiği özgeci ve iyi bir ahlâkın sahibi olur.

Tabii bu terbiyeden nasiplenebilmek için önce o terbiyeyi ve mürebbiyi kabullenmek gerekir. Bu da iman ile olur. Onun için beşinci boyutun temel ve belirleyici faktörü imandır. Herkes bu ilahi terbiyeden ancak imanı kadar yararlanır.

03 İslam'ı doğru anlamak

Değerli Kardeşim,

İnsanın bu beşinci boyutu, aslında, kurallarını Allahü tealânın koyduğu, bir ilahi eğitim sürecidir. Bu, sürece din denir. Din, Allahü tealânın bir rahmet ve lütfudur. Yazık ki bu rahmet ve lütuftan, yalnız, Allah'a ve ahiret gününe inananlar yararlanır. Bu rahmet, yalnızca, kendi gönül rızası ile Allah'a tabi ve teslim olanlar içindir.

İnsanların bu rahmet ve ihsandan mahrum kalmalarının en önemli sebebi, kuşkusuz, kibirdir. Kibir, her türlü hayrın önündeki en önemli engeldir. En kötü kibir ise, insanın Yaratan'ına karşı gösterdiği kibirdir.

İşte insan, kibrinden ve kendi iradesinden vazgeçip, Allah'a inanarak, kendi rızasıyla O'nun iradesine tabi olmaya başlayacak olursa, mânevî bir yükseliş ve olgunlaşma sürecine girer. Ve bu mânevî yükseliş insanın kemaliyle son bulur.

İnsan, varlığının ilk dört boyutunda, kendi Yaratıcısı ve onun en büyük dostu olan, merhamet sahibi yüce Allah'ın hadsiz hesapsız ninetlerine mazhar olmuştur. Ulu Yaratan, bu noktadan sonra da, insanı, mânevî olgunlukların doruklarına taşıyarak bu iyilik ve ihsanlarını tamamlamak istemektedir.

Ancak bu aşamadan sonra gerçekleşecek olan bu ihsanlar, kişinin kendi isteğine bağlı kılınmıştır. Yani bunun için insanın kendi bencilliğinden, kendi kibrinden, kendi kişiliğinden vazgeçmesi ve tamamen Yaratan'ın iradesine teslim ve tabi olması gerekmektedir. İşte bu teslimiyete, kısaca, "İslam" denir.

Islam, Allahü tealânın Rab (terbiye edici) güzel adının insan üzerindeki tecellisidir. Allahü tealâ, insanı varlık olgunluğunun doruklarına taşıyacak olan kendi "terbiye sistemi"nin adını İslam koymuştur. İslam, bir doktrindir. Adem aleyhisselamdan Muhammed aleyhisselama kadar uzanan bir peygamberler zincirinin bizlere tebliğ ettikleri, bir eğitim ve öğreti sisteminin adıdır.

Bütün semavi dinlerin özü, İslamdır. İslam, bir "benlik terbiyesi" sistemidir. İslam, insanın; evreni ve bütün alemleri yaratan, onları varlıkta tutan, Rahmet ve şefkatiyle yarattıklarının bütün ihtiyaçlarını karşılayan, eşi ve benzeri olmayan tek bir Yaratan'a inanarak O'nun isteklerine göre yaşamayı; kendi nefsinin süfli isteklerine göre yaşamaya tercih etmesi demektir. İlk insandan bu yana bu misyonu seçenler hep "hayır üzerinde olan bir topluluk" olmuşlar, ebedi bir mutluluğu yakalamışlar; nefislerine uymayı tercih edenler ise hem kendilerine hem de etraflarına binbir türlü sıkıntı vermekten, şerlerinden herkesin sakındığı rezil ve sefih insanlar olmaktan bir türlü kendilerini kurtaramamışlardır.

04 İnsanları Hayra Çağıran Topluluk olmak

Saygıdeğer kardeşim,

İşte Adem aleyhisselamdan bu yana gelen, bütün peygamber efendilerimiz ve onların etraflarındaki samimi inanç sahiplerinden oluşan ve kendilerine tebliğ edilen bu ilahi misyonu yaşayan bu topluluğa "hayır üzere bulunan topluluk" denir. Bu topluluk insanları "iyiye çağıran, doğruluğu emreden ve fenalıktan meneden" bir topluluktur. İnsanları hayra çağıran böyle bir topluluk dün vardı, bugün vardır, yarın da hep var olacaktır. İnsanın beşinci boyutu, tüm zamanlar boyunca, bu hayır üzere olan topluluğun saygın üyeleri tarafından yaşanmış, temsil edilmiş ve temsil edilmeye de devam edecektir.

Bu topluluk yalan söylememeyi, insanların canlarına ve mallarına zarar vermemeyi, yetimlerin mallarını haksız yere yememeyi, zina etmemeyi, kindarlık yapmamayı, birbirini sevmeyi emreden bir topluluktur. Bu topluluk anaya babaya iyilik etmeyi, namuslu kadınlara iftira etmemeyi, yalancı şahitlik yapmamayı, hırsızlık yapmamayı, kumar ile insanların mal ve paralarını haksız yere almamayı emreden bir topluluktur. Bu topluluk rüşvet almamayı, emanete hıyanet etmemeyi, kalb kırmamayı, eli açık olmayı fakat israf etmemeyi, hısım ve akrabaya ziyareti terk etmemeyi emreden bir topluluktur. Bu topluluk şu aleme ibret ile bakmayı, ilim öğrenmeyi, ilim ve irfan sahibi olmayı emreden bir topluluktur.

Kısaca bu topluluk, Allah'a inanan, O'nun nuru ile nurlanmış ve her şeye bu nurun aydınlığı ile bakan bir toplulukdur. Bu topluluk Yaratan'ın isteklerini, kendi arzu ve istekleri edinmiş bir topluluktur.

05 Türk Milleti, hakkı temsil eden bir topluluğun adıdır.

Hayır üzere olan bu topluluğun son organize temsilcisi ise aziz Türk Milleti olmuştur.

Değerli Kardeşim, İslam dini, kuşkusuz hiç bir milletin, hiç bir kavmin tekelinde olan bir din değildir. O bütün insanlığın kurtuluş reçetesidir. Bu reçeteye kim dört elle sarılırsa o kendisini kurtarır. Yalnız kendisini kurtarmakla kalmaz, insanlık için de ebedi bir kurtuluş ve mutluluk meşalesi olur. İşte Türk Milleti, son bin yıldır bu kurtuluşun meşalesi olmuş bir topluluktur.

"Sizden, iyiye çağıran, doğruluğu emreden ve fenalıktan meneden bir cemaat bulunsun." (Al-i İmran, 104)

"Ey İnananlar! Allah için adaleti ayakta tutup gözeten şahidler olun. Bir topluluğa olan öfkeniz sizi adaletsizliğe sürüklemesin;..." (Maide, 8)

Saygıdeğer kardeşim, işte Türk Milleti, bin yıldan bu yana "iyiye çağıran, doğruluğu emreden ve fenalıktan men eden" hayır üzerindeki bir topluluğun, "Allah için adaleti ayakta tutup gözeten" bir topluluğun temsilciliğini yapmaktadır. O devletler kurmuş, ülkeler yönetmiş, fakat dostu için de düşmanı için de hak ve adalet çizgisinden asla ayrılmamıştır.

Türk Milleti, asırlardır insanlara "Hakkı gösterip onunla hükmeden" ve insanlığa ilahi değerleri ulaştırmaya çalışan bir topluluğun adıdır. Geçmişine şöyle bir göz at. Yüzyıllar, bu sözleri doğrulayan belgelerle doludur. Bu güçsüz kardeşiniz olaylara kavmiyet penceresinden bakarak konuşmuyorum. Hak penceresinden bakarak konuşuyorum. Zahmet edip devlet arşivlerimize bir göz atarsan bunun yüzlerce örneği ile karşılaşırsın. Olayları hak ve hakkaniyet penceresinden bakarak değerlendiren herkes bu sonuca varır.

Saygıdeğer Kardeşim,

Türk Milleti, Islam'ı en doğru şekilde anlamış, en doğru şekilde yorumlamış, en doğru şekilde uygulamış, en doğru şekilde temsil etmiş bir millettir. Kuşkusuz bunda da en büyük övünç payı, Buhara'dan Anadolu'ya uzanan ve kendilerine Horasan Evliyaları veya Alperenler denilen, evliyalar zincirinindir. Allah (c.c.) onlardan razı olsun. Onlar sayesinde Türk Milleti, İslam'ı en doğru şekilde öğrenmiş, şekilcilikten ve aşırılıklardan uzak olarak en iyi şekilde yaşamış ve temsil etmiştir.

İşte bu sebeple, pek değerli kardeşim, Türk Milleti, sıradan bir millet değildir. Onun tanımı, sosyoloji ilminin "millet" tanımına uymaz. O bir ırkın, bir genetik soyun adı değildir. İçinde Türk ırkından olanların çoğunlukta olması sebebiyle bu topluluğa Türk Milleti denilmiştir. Gerçekte ise o, insanlığın yaratılışından bu yana gelen bir misyonun, insanlığı hayra davet eden ilahi bir vazifenin temsilcisi olan bir topluluğun adıdır. Kökenin ne olursa olsun, ister Arnavut ol, ister Türk ol, ister Kürd ol, ister Laz ol, ister Çerkez ol, bu misyonu temsil ediyorsan sen Türksün. Hem de Türk oğlu Türksün. Kimse seni mensup olduğun etnik gruba bakarak küçük görmek edepsizliği yapamaz. Çünkü sen Hakkı temsil ediyorsun. Çünkü sen, Adem aleyhisselamdan bu yana gelen ve insanı insan yapan tüm mânevî değerleri temsil ediyorsun. Çünkü sen bu insanlığın kurtuluşunu temsil ediyorsun. Çünkü sen Yemen'de, Mısır'da, Rum ellerinde, Çanakkale'de, Kars'ta, İnönü'de bunun için şehit oldun. Çünkü sen zulm ve haksızlık yapıldığını gördüğün her yerde onun karşısında olursun. Çünkü sen yalandan, dolandan, kalleşliklerden hoşlanmazsın. Çünkü sen her türlü edepsizliklerden uzaksın. Çünkü sen baştan aşağı hayırsın. Çünkü sen, ey güzel kardeşim, her şeyi güzel olan Ulu Rabbimin, yeryüzündeki halifesi olan bir topluluksun.

Ve ey değerli kardeşim, bütün bunlar sen de yoksa, ve sen yalancının ve dolandırıcının daniskası, hırsızın ve gaspçının âlâsı, edepsizin teki isen, bir kaç yıllık geçici dünya hayatında nefsinin arzularını ilah edinerek gününü gün etmeye çalışan, helal haram demeyip insanların zaaflarını kendine geçit ihdas ederek, milletin tüm maddi mânevî değerlerini sömürmeye çalışan bir şerli isen, yedi göbek ötene kadar soyun belli olsa da canı beş para etmez bir rezilsin. Allah bu Milleti ve insanlığı senin gibilerin şerrinden korusun. Kendi durumunu anlamaya ve düzeltmeye çalış. Allah'a inan ve O'ndan kork. Bütün hayırların başı bu samimi imandır. İslamı istismar etmeye çalışan bazı samimiyetsizlerin halleri seni yanıltmasın. Allah (c.c.) elbette yarattıklarının tüm hallerine vakıftır. O bedenleri gördüğü gibi, kalbleri de görür. Hiç kimsenin yaptığını yanına kâr olarak bırakmaz. İmanında samimi ol ki işlerinde de samimi olasın.

Ey aziz ve değerli kardeşim, soyun ve kökenin ne olursa olsun, hayır üzere bir insan isen, sen, bu "hayır üzere olan topluluktan"sın ve Türksün. Türklüğün ile övün. Korkma. Yaratan'ın yardım ve desteği daima senin arkandadır. İşleri zulüm, haksızlık ve şer olanlar senden hoşlanmazlar. Çünkü sen şerlerin ve şerlilerin düşmanısın. Onun için seni yok etmeye çalışırlar. Seni lime lime dağıtmaya çalışırlar. Fakat asla korkma!.. Kimse sana zarar veremez. Çünkü sen hayrın savunucususun. O hayrın asıl sahibi de seni asla yalnız bırakmaz. Senin için asıl korkulacak şey, Allah'ın sağlam ipini bırakıp kendi nefsinin eline düşmendir.

İşte bunun içindir ki, bunu çok iyi bilen iç ve dış düşmanların, senin imanını ve güzel ahlâkını yok etmek için önce senin haya ve edebini yok etmeye çalışıyorlar. Seni haya ve edepten yoksun bırakarak alnındaki rahmet nurunu söndürecek çirkin işlere sürüklemeye çalışıyorlar. Hayasız insanda imanın barınamıyacağını çok iyi biliyorlar. Seni can evinde vurmak istiyorlar. Bu oyunlara gelme aziz kardeşim.

Dr. Hayrettin ERTEKİN Bey, hazırladığı bir sunuda, yabancıların Türkler hakkındaki sözlerini derlemeye çalışmış. Birçok anekdotun birkaçını kısaltarak buraya almaya çalışacağım. Bakın neler söylüyorlar...

"Bütün milletler arasında en namuslu ve dostluk kurmada tereddüt edilmeyecek olan yalnızca Türklerdir." (William Martin)

"Türklerden bahsediyorum... Düşmanına saldırırken amansız bir kasırgaya,
korkunç bir denize ve insafsız bir yıldırıma benzeyen Türk; dost yanında ve silahsız düşman karşısında bir seher yelidir, berrak bir göldür." (Tasso)

"Irk ve millet olarak Türkler, bence geniş imparatorluklar içinde yaşayan kavimlerin en asili ve başta gelenidir.“ "Türkler, millet olarak yeryüzünün en şerefli insanlarıdır." (La martine)

"Türk, asillerin asilidir. Yapma olmayan, gösterişi bulunmayan bu pek yüce asalet ona tabiatın hediyesidir." (Pierre Loti)

"Fakat bugün esirim, Türklerin esiriyim. Demirin, ateşin ve suyun yapamadığını onlar bana yaptılar, esir ettiler. Yalnız ayağımda zincir yok, zindanda da değilim; istediğimi yapıyorum. Fakat bu defa da şefkatin, asaletin, nezaketin esiriyim. Türkler beni işte bu elmas bağa sardılar. Bu kadar alicenap, bu kadar asil, bu kadar nazik bir milletin arasında hür bir esir olarak yaşamak, bilsen ne kadar tatlı." (Demirbaş Şarl)

Pek değerli Kardeşim, gerçekleri bizzat yaşayarak öğrenmiş ve olaylara hak penceresinden bakabilen bazı yabancıların bu Millet hakkında söylediği bu övgü dolu sözler hakkında birazcık düşün. Sana bu asaleti, bu şerefi veren şeyin ne olduğunu iyi anlamaya çalış. Seni, "işlerinde yapmacıklığı olmayan, her işinde samimi olan bir topluluk" yapan şeyin ne olduğunu; seni, "yeryüzünün en şerefli insanı" yapan, seni "asillerin asili", seni "şefkat, asalet ve nezaket timsali" yapan şeyin ne olduğunu iyi anlamaya çalış. İşte Hazreti Allah, kendisine yakın olanları böyle yüceltir, kendisinden uzaklaşanları da rezillerin rezili eder. İnsanların da toplumların da Allah katındaki değeri takva ile iledir. Kalbinde iman ve Allah korkusu olduğu zaman yücelirsin. Herkesin imrendiği, herkesin övgü ve hayırla andığı, her yana hayır saçan, hayırlı bir topluluk haline gelirsin. Kalbindeki imanını yitirdiğin, dinini göstermelik bir meta haline getirdiğin, Allah'ın ipine sarılmak yerine nefsinin süfli arzularına dört elle sarıldığın zaman da, bugün olduğu gibi, herkesin horladığı rezil rüsva durumlara düşersin.

06. Sonuç

Ey saygın ve pek değerli kardeşim, kendini ve mensubu olduğun bu milleti iyi tanı. Bu millet sıradan bir millet değildir. Onun tanımı, sosyoloji ilminin "millet" tanımına uymaz. O bir ırkın, bir genetik soyun adı değildir. O, insanlığın yaratılışından bu yana gelen bir "hakkaniyet" yolunun adıdır. Unutma, kim Rabbine yakın olursa bu yolu o temsil eder. Burada insanların soyuna bakılmaz. Rumu da, Çerkezi de, Arapı da yaratan yüce Allah'tır. Allahu tealâ bir uyuz köpeğinden bile vaz geçmez. Bir ırk için diğerinden vaz geçeceğini mi sanıyorsun? Rabbine yakın olursan, yücelirsin. Kim yakın olursa o yücelir. Ölçü budur. Dün bu yolu, bu aziz Millet temsil ediyordu. Bugün de bu aziz Millet temsil ediyor. Yarınlarda da inşaallah bu aziz Millet temsil etmeye devam edecektir. Hem de ilim ve irfanla donanmış olarak; Allahü tealânın kainat kitabını okumasını öğrenmiş olarak; "mertebelerin en yükseğinin ilim mertebesi olduğunu" anlamış olarak... Daha büyük bir yetki, daha güzel bir ahlâk ve çok daha büyük bir güçle.

Onun için, değerli kardeşim, kendini buna hazırla. Kendini yetiştir. Bir yandan nefsini, Rabbini ve dinini iyi öğrenmeye çalış. Diğer yandan da pozitif bilimlerden nemalanmaya gayret göster. Kur'an-ı Kerim nasıl, Rabbinin mânâ alemlerinden haberler veren, seni beşinci boyuta yükselten, seni şereflendiren bir hayır ipi ise; deneysel bilginin de, Rabbinin fiili sıfatlarının tecellisi olan, Rabbini tanımana, günlük yaşamındaki sorunlarını çözmene yardım edecek ve seni şereflendirecek bir hayır ipi olduğunu unutma. Birbirini tamamlayan bu iki hayır kaynağını, birbirinin zıddı gibi görmek gafletine düşme.

"Allah; hikmeti kime dilerse, ona verir. Kime de hikmet verilmişse, muhakkak ona çok hayr verilmiştir." (Bekara 269)

Aksi durumda dinini de, Rabbini de doğru şekilde anlayamazsın. Hayır ve şerrin bizatihi insanın kendisinden değil de görüntü kutusundan kaynaklandığını sanan ve bu sebeple, insanların evlerinin içine kadar girmiş birer okul olan televizyonu, interneti yasaklamaya çalışan, böylece dinini imanını koruyamaya çalışan dünyadaki bazı din kardeşlerimizin durumuna düşersin.

Değerli kardeşim, kendini, milletini, milletini millet yapan değerleri, merhamet ve şefkat sahibi Rabbini, ve O'nun sana bahşettiği bir hayır ışığı olan dinini iyi anlamaya çalış. Din düşmanlığı ve ilim düşmanlığı yapma. Yaratan'ına inan ve güven. İmanında samimi ol. Unutma, dün olduğu gibi, bugün de yarın da seni "hayır üzerinde bulunan bir topluluk" yapacak olan bu samimi imandır. Dün olduğu gibi bugün de bu aziz milletin, aziz ve seçkin bir ferdi ol ki "hayır ehli topluluğun" alnında parlayan o rahmet nuru, senin alnında da parlasın. Dünya edebi senden öğrensin. Dünya ilmi irfanı senden öğrensin. Dünya hakkaniyeti senden öğrensin. İlahi rahmetin nuru dünyaya senden ışısın. Hem de pırıl pırıl...